31 Aralık 2012 Pazartesi

-


Bazı şarkılar sadece seni anlatır ya hani. Sadece senin için yazılmış, çalınmış, bestelenmiş. Sadece senin için.
Ağlıyorsun, sonra sözlerini duyup gülümsüyorsun. Alışık değilsin senin gibi olanlara çünkü. Herkes farklıdır dersin, değildir ama. Herkes aynı şeyleri yaşar, ayrılıklar aynıdır, aile sancıları aynıdır. Aynaya baktıklarında gördükleri aynıdır. 
Belli bir amaca hizmet etmek için burdayız diyenlere bakıp iç geçiriyorum bazen. Çünkü amacı sadece “normal olmak” olan biriyim. Sahi? Normal, sıradan olmak dendiğinde dönüp bir kendimize bakmıyor muyuz. Aslında herkesin aynı şeyi yaşadığını söyleyip, sıradan olmak istemek biraz fazla garip değil mi? Garip şeyler istiyoruz. Bu yüzden aynı şeyleri yaşayıp duruyoruz.
Şimdi oldu işte.
Aynı şeyleri yaşamadığımızı söyleyen biri çıksın ve desin ki;
“Ben duygularımın daha ne olduğunu bilmezken, başkalarının duygularını anlayabilirim.”
Aynı şeyleri yaşıyoruz, seninle benim yaşadığım şey başkalarının dertlerinden. “Çekilmeyen” dertlerinden. Ama ne olursa olsun çekeceğiz, iç geçireceğiz, belki ağlayacağız az biraz sonra açacağız müziği ve diyeceğiz ki;
Eğer yaşanılan şeyler aynı olmasaydı benim ruh halimi anlatan şarkıları nasıl yazarlardı?

29 Aralık 2012 Cumartesi

Yaşamak zaten bir mucize, daha fazlasını beklemek haksızlık.



Yeni bir güne uyanmak çok korkutucu geliyor bazen. Hiçbir şeyden haberin yok, olacaklardan haberin yok, o sırada yaşanan acılardan, yaşanacaklardan, göz yaşlarından, kahkahalardan haberin yok. Yaşamlardan haberin yok, ölümlerden de. 
Yaşamak, uyanmaktan da korkutucu belki de. O sırada gülüyorsun, eğleniyorsun ama bir sonraki adımından bile emin değilsin. Göz yaşını kontrol edemezsin, bir sonraki anından bile emin değilsin. 
Her şey o kadar garip ki bazen. Rüyalar, hayaller, insanlar, acılar, mutluluklar, şarkılar, filmler, kitaplar, hayat, ölüm. Bir gün önce hiç gülmediğin kadar gülerken, ertesi gün hiç tahmin etmediğin şekilde, hiç tahmin etmedeğin yerlerde, hiç tahmin etmediğin kişilerin yanında, hiç tahmin etmediğin kişiler için ağlayabiliyorsun bir hayatın akıp gidişi karşısında. Kapıdan çıktığın anda, aynı koridorun farklı uçlarında birbirlerinden haberi olmayan iki arkadaştan diğerinin dünyaya getirdiği minik meleğin karşısında bütün gözyaşların bir anda siliniyor, yaşadığını hissediyorsun, hayatın varlığını anlıyorsun. Hayat bu kadar değişken işte. Hiçbir şey kalıcı değil zaten, duygular da hayaller de.
Hayat yeterince garip, daha fazla değişiklik aramaya gerek yok aslında.
Ölüm, belki de en büyük huzur, arkadasından dökülen gözyaşı nedendir bilinmez ama ağlamak rahatlatır zaten.

28 Aralık 2012 Cuma

-


Ucu kırılmış, boyaları sökülmüş kaldırım taşlarına diktim gözlerimi. Burunları yağmurdan ıslanmış botlarımı izliyorum. Acıdan güler ya bazen insanlar, sahte bir gülüş yapıştı suratıma. Omuzları omuzlarıma dokunacak sanki, öyle yakın. Rüzgar öyle güçlü esiyor ki saçlarım gıdıklıyor tenimi. 
 -Kaç yıl oldu seni görmeyeli, dört mü?       
+Ebru ?
-Meraba…                                         
Daha önce hiç adımı söylediğini sanmıyorum. Her gün yüzlerce kez duyduğum o isim nasıl da titretti içimi. Adım bu benim. Ebru ben.  
Bakışları ne kadar değişmiş öyle! Sesi de bu kadar kalın mıydı yoksa uğuldayan kulaklarım mı bana oyun oynayan? O yıllarda öyle çok kurdum ki hayalini, gerçeği ayırt edemediğim olurdu. Her gittiğim yerde seninle karşılaştım tekrar tekrar. Kiminde beni izledin, kiminde ellerimi tuttun, dudaklarımı öptün, kiminde şarkılar söyledin yeniden. Sokakta yeniden karşılaştık. Eve kollarına döndüm sonra, sarılıp uyuduk seninle. Tüm bunları düşünürken  gözlerin eskiden kalma bir iz arıyor yüzümde. Hemde seninle hiç anımızın olmadığı bu caddede, eski evimizden kilometrelerce uzakta… Heyecan değil hissettiğim. Malum, ne aşk kaldı yıllardan geriye ne özlem. Şaşkınım, o kadar.
 Neden ağladığımı bilemeyecek kadar…
Tek başıma…

27 Aralık 2012 Perşembe

Hem benden bu kadar uzak, hem de nasıl dört bir yanımda olmayı başarıyorsun bilmiyorum.


Tek bildiğim her anımda seni hissettiğim. Sanki Tanrım almış seni benden, onlarca parçaya bölmüş görünmez elleriyle, yüzlerce farklı noktaya, yüzlerce farklı bedene dağıtmış seni. Radyolarda sesini duyuyorum. Her gece karanlık yollarda benimle yürüyor kokun. Bakışlarını görüyorum yabancı yüzlerde, heycanlanıyorum. Umutsuzlaşıyorum.
Ne zaman soğuktan üşüse ellerim, dönüş yolu için aldığım çöreklerden biri öylece bana baksa, her sabah seni uyandırmaya açtığım gözler yaşlarla kapansa, ne zaman kurusa bu dudaklar, dökülecek aşk kalmasa içimde, içime işliyor yokluğun. Küçücük evimizde, bana kocaman bir dünya yaratan adamın benimle kesişen bir tek yolu bile kalmamış. Omuzlarındaki çilleri bile ezbere bilirken, yıllardır hasret kaldığım bu adamın yaşadığından bile emin değilim şimdi. Hoş ya, yaşıyorum ben de. Yaşamak denirse eğer…

20 Aralık 2012 Perşembe

Her zaman merak etmişimdir ölümümden sonra gerçekleşecek şeyleri.

Ardımda bıraktıklarımın vereceği tepkileri, söyleyeceği şeyleri. Kimin üzüleceğini, kimin sevineceğini, kimin beni hep hatırlayacağını, kimin yas sonrası hemen unutacağını. Bunlar hep kafamın içinde soru işareti olarak kalacak. Ve giderilemeyecekler. Mümkün değil çünkü. Belki mümkündür diyerek felsefe yapmak istemiyorum, nesine yapılırki bunun. Eminim siz de merak ediyorsunuzdur, kiminiz belki etmiyordur, kiminiz belki benden çok merak ediyordur. Gerçekten merak edilesi bir konu ama. Sen öldükten sonra hep diğer tarafta olacakları düşünüyorsun, peki ya bu tarafta neler olacak? Birçok şey söyleniyor öbür tarafla ilgili. Cennet, cehennem, günahlar, sevaplar vs. Ama bu tarafta yaşanacak şeylerle kimse ilgilenmiyor. Belki ilgileniyordur. Bence ilgilenilmeli. Az çok tahmin edebiliyorum, ailem üzülecek, belki aylarca, belki yıllarca sürecek bu yas. Peki ya çevremdekiler? Kestiremiyorum neler olacağını. Yalan çığlıkları, gözyaşları.. Her neyse yine çok konuştum. Siz beni anlamışsınızdır umarım. Anlamasanız da önemli değil zaten, ben anlattım.

15 Aralık 2012 Cumartesi

Yolunu şaşırmış bir kabusda yaşıyorum ben.

Yatsam uyuyamıyor, her kalkışımda aynı acıya açıyorum gözlerimi. Nasıl bir paronoya bu içimde, bu için için yiyen beni, bilmiyorum. “Güvensizlik” diyorlar bu yaşadığıma. Hayatımda kim güvenimi haklı çıkardı ki kendime güvenecekmişim?
Canım acıyor. Sevdiğini söylediğin insanı acıtmak vicdanını az da olsa sızlatmaz mı insanın? Ağlamak geliyor içimden. Kırmak elime ne gelirse, yıllardır içimde biriken bu orduyu azat etmek, bağıra çağıra inletip duvarları, akıtmak istiyorum bu içimdeki zehri.
Ne zaman sarılsam boynuna, acemi bir tereddüt bu titreyen ellerimdeki. Umutsuzluk mu benim hastalığım, inançsızlık mı?

13 Aralık 2012 Perşembe

Bazı yalanlar ne kadar gerçekçi!

 Hele sevdiğinse seni inandıran.
“Aşk yoktur” demiştin bana. İçimdekinin aşk olmadığına inandırmıştın.
Oysa mutlu çiftler görüyorum. Birbirlerinin avuçlarında yaşam bulmuş, birleşen dudakları olmasa nefes alamazmış gibi bakan birbirine.
O da mı aşk değil?
Yoksa unutamadıkları maziyi mi gizliyorlar benim gibi?
Yıllar da geçse, onlarca, hatta yüzlerce beden de geçse aralarından, aşklar bile geçse unutamıyor insan. Her sözünün doğruluğuna adım gibi inandığım adam “Unutulur” demişti. “Herkes unutulur.”Eşyalarını da, kalbini de, her şeyini istisnasız çantasına koyup terk ettikten sonra bile benden gidememiş olan adam, benim gözümde “Herkes” olabileceğini sanmış.
Beni de kendi gibi ruhsuz olduğuma inandırmış…

10 Aralık 2012 Pazartesi

13 Kasım 2012 Salı

Son mırıldanmalardı bunlar.


Kızın titrek sesi, söylediği şarkının güzelliğini arttırıyordu. Tanımasa bile insanı insan yapan masum duygularıdır. İnsan, masum bulduğu şeylere karşı dayanıksızdır. Belki bütün bir hayatını yok edecek üzüntüler yaşamıştır insan, zayıf düştüğünü kabul ederken bile pişmanlıklarını ardına gizlemeyi tercih eder insan. İnsan utangaçtır. İnsan, insan olmanın güçlü bir şey olduğunu sanarken basitliğini anlatır diğer insanlara. İnsan güçlü olduğunu bağırmaz. Zayıf kalbini bir tek kendisine açar. İnsan, kafasına doğru silah tutarken bile güçlü olduğunu zanneder. Oysa insan intihara meyillidir başından. Saniyelik hayatına son verme işini yine saniyeler üstlenir, güçlü olan kendisi değildir. Güçlü olan zamandır. İnsan, kafasına silah tutarken bile yan odadan gelen birkaç sese kulak verir. Çünkü insan, duyularını başkalarına kapatmaz. Kendisine kapatır.
İnsan güçlü değildir. Güçlü olan akıp giden zamandır. Akıp giden bir şey nasıl güçlü olabilir demeyin. Sabit şeylerdir basitliğinizi taçlandıran.

12 Kasım 2012 Pazartesi

“Zaten ciğerlerin yandığında yanında olanlar, olmayanlar ile birlikte yok olurdu.”



Ki önemli değildi zaten. Yanında kimin olduğu, teselli verenin adının ne olduğu. Sen her koşulda onları görmüyordun. Ne yaptım ben diye sorarken bile. Yalnız başına cevaplar ararken bile. Çünkü önemli değildi bir acının diğer acılarla birlikte sunulması insanlara. 
Çok mu acı çektin derler ya adama. Yatakta dönüp dönüp yorganı ittirdiğinde, gelip birinin başında söylenmemesi öyle bir yer eder ki sıfatına. Birden çirkin bir kadın olup çıkarsın.
Çok saçma lan dersin. Ama çok saçma lan dersin.

11 Kasım 2012 Pazar

Sevmekten değil bunu göstermekten korkuyoruz. Oysa tam tersi olmalı.


Bir yanım açık olmaya çekiniyor. Korkmadan konuşmayalı o kadar uzun zaman oldu ki. Hep bir karşımdakini düşünme hali bende. Hep bir “Aman söylersem gider” korkusu. Hep karşımdakinin duymak istemeyeceği şeyler düşünmenin suçluluğu. Hep içime atmaya o kadar alışmışım ki konuşmak için elime fırsat geçtiğinde dahi susmam gerekiyormuş gibi hissedip geri çekiliyorum.
Anlamıyorum. İnsanlar neden sevildiklerinde giderler? İnsanlar belki de sevildiklerinde gitmezler, ama bana böylesi öğretilmiş olsa gerek.
Ve çevremde ne kadar seven insan varsa hepsi terk edilmiş. Oysa bizden uzakta mutlu olmayı başarabilmiş insanlar var. “Birlikte” olmayı, karşılıklı sevmeyi ve sevgilerinin tadını çıkarmayı başarabilmiş insanlar. Ne var ki bunların hiçbiri benim çevremde değiller. Belki onlar da mutlu değiller ama çevremde olmadıkları için mutsuzluklarına tanık olmuyorum.
Böyle konularda bana karamsar olmak öğretildi. “Aman ha sevdiğini belli etme gider yoksa” dendi hep. “Biraz gizemli ol” dendi. Ergenliğimden beri bunu böyle bildim. Zaten bunu bana ilk söyleyen de annemdi.
Hayatımın yalnızca bir döneminde korkmadan sevdim. Ve korkmadan anlattım bunu o insana. Ona “aşkım” kelimesini bile kullandım. Hani sizin şu “çok yavşak” bulduğunuz kelimeyi. Yavşak buluyorsunuz çünkü size böylesi öğretilmiş. Çünkü herkes herkese aşkım demiş ve bir anlamı kalmamış. Hayatında çok fazla insana “aşkım” dememiş ve çok fazla insanın kendisine “aşkım” demesine izin vermemiş birine soracak olursanız dünyadaki en özel kelimedir bu. Yavşak değil, büyülüdür. Hayatımda sadece bir dönem o kadar cüretkar olabildim.
Oysa cüretkarlıkla ilgisi yoktur bir insanı sevmenin. Bir insanı “seversiniz” ve hepsi bu. Ötesini düşünmemelisiniz. Ve uzağınızdaki, mutsuzluklarına tanık olmadığınız ya da gerçekten mutsuz olmayan çiftler gibi olmayı başarırsınız.
Tabi, sırf siz onu sevdiniz diye gitmezse.
Diyorum ya, anlamıyorum. Bize öğretildiğinden mi bu böyle; yoksa gerçekten, sevilen insanlar gidiyor mu? 
Gerçekten sevgi göstermek kötü bir şey mi?
Ya mantıklı olun. Sevgi göstermek nasıl kötü bir şey olabilir ki? Bence sevgi göstermenin çay demlemekten farkı olmamalı. 
Sevgiler.

9 Kasım 2012 Cuma

Bir iki satır.


Gece uyumadan önce ve sabah uyandıktan sonra. Belki de olur olmaz kuruntularımı kendi içinde tutmalı. Çok güzel bir şarkı açıp, kahvaltı hazırladım kendime. Perdenin arkasından evi aydınlatan yağmurun güzel yağmadığı bir sabahı kim sevmiş ben seveyim. Güzel değil bugün hiçbir şey. Bazı günler sıkıcılığını sabit bir şekilde belli eder zaten. Gece uyumadan önce sıkıcı olacaktır yarın, sabah uyandıktan sonra sıkıcı olmuştur bugün. Dakika tutuyorsan suyun kaynamasına, sıkıcıdır o gün. Falan filan işte.
Bugünün depresifliğine hitaben;
Birilerine en çok ihtiyaç duyduğum zaman, senden on kat yalnız olan birinin içini acıtırsa bil ki ihtiyacım olan tek şey yalnız kalmaktır. Ve bunun yanında çok alakasız ama. Yağmurun kardan daha önemli olduğunu belirtmek isterim. Sıkıcılığın ile paralel olan tek şey hava durumudur.
Bugünün en istediğim havasına hitaben;
Böyle durduk yere hiç olmadık sebepten içinde oluşan kime, neye olduğunu bilmediğin özlem çok düşündürebilir seni. Yahut bir şarkının sözleriyle hiç alakası olmayan duyguların o şarkıyla bütünleşebilir. Ne bileyim. Herkesin bir hissiyat içinde olduğu zamanların favori şarkıları olmalı. Ya da bir şarkının yarattığı hissiyatı dolu dolu yaşamalı.
Bugünün gereksiz yere mutlu eden şarkısına hitaben;
Ve bir iki satır;
Beni bu dört duvarın arasında aramayın. Yaşam asla dört duvar arasında değildir.”

8 Kasım 2012 Perşembe

Yavaştan melodisi ağırlaşan, sonunda patlayıp çığıran o noktayım.


Belirli bir yerde tıkılıp kaldım. Belirli çizgilerimle yaşıyorum. Haşır neşirim monotonluk ile. Aynı şeyleri yapmaktan sıkılmış bedenim olabilirdi. Olamadı.
İnsanlar hoşlanmadıkları konulardan konuşmamalı. Onlar konuştukça korkuyorum. Farklılaşıyorlar. Bir sözden diğer söze atlarken bütün benliklerini görüyorum önümde. Ürküyorum onlardan. Yargılamayın artık. Üzülün.
Hiçbir olaya takılı kalmadım. Hiçbir adama. Hiçbir anıya. Bu takıldığım konu ise farklı olmamalı benim için. Çok farklı. İstiyorum. Sadece istiyorum. Ama olmasın. İstemekle yetinmeyi bilin. Dursun bi’ köşede. Almayın.
Kendinizden gideceğiniz zamanlar olur. Durdurun beyninizdeki her bir siniri. Her bir dilinizi. Çok diliniz var

7 Kasım 2012 Çarşamba

Gerçek hava durumu; Parçalı bulutlu sakinlik. Hissedilen hava durumu; Gökgürültülü sağnak mutsuzluk.


Akşam yağmuru vücuduma bi güzel yerken ve de yürürken işim gücüm yok, mutsuzum diye ağladım. Çünkü ağlamak için en müsait zaman yağmur yağarken ki zamandır. Kimse anlamaz, kimse bakmaz, kimse sormaz. Niçin ağladığından mı bahsetmelisin, neden ağlayamayacağından mı? 
Yağmur yemiş saçımı yıkamadım, derler ki yağmur iyi gelirmiş saça. Ruhuma, bedenime, duyguma. Şimdi neyin neye iyi geldiğini merak ederken insanlar ben hepsine talip oluyorum. İyi olma adına kırılmaya çalışılan rekor denemeleri benimki. Ters teper diye beklediğim kötü durumlarım beni beklerken, ben yine sırf ortam rahat diye ağlıyorum.
İçinde “yalnızlık, mutsuzluk, gözyaşı, yağmur” bulunan beynimi yediniz.

4 Kasım 2012 Pazar

Biride çıkıp “ne yapıyorsunuz yahu siz?” dese keşke. Biri dese.



Anlık duygularla bütün duyguları yıkmak gibi bir şey aslında bu. Ya da gerçeğin aslında her yanlışı kapsadığını düşünmek gibi. Bilemezsin ki. Seni bazı şeyleri bil diye gönderirler bir yere. Aslında bildikçe kirleneceğin yer olduğunu bile söylerler açık açık. Ama sorma hakkını alırlar senin sanki. Soramazsın. Hesap soramazsın.
Keşke biri çıkıp dese bütün yanlışları. Tek tek bilsek yanlışları. Ayıklasak bi’ kenara. Devam etsek.
Keşke o “biri” olsa. Ya da “birini” farketsek. Güzel olmaz mıydı?

3 Kasım 2012 Cumartesi

HEPSİ..


Hepsi suratlarına bakmamı istedi. Titreyen çeneleri daha cezbediciydi oysaki. Bir insan titrediğinde afallardım. Ciddiyetimi geri alırdım. Ciddiyet. Öz kadar benimdi. Şimdi değil.
Hepsi gözlerine bakmamı istedi. Sinirden yumruk yaptıkları elleri daha önemliydi sanki. Sinirli olduklarında korkardım. Masumiyetimi geri alırdım.
Kafamı eğip utandığımı düşünen o suratlara bakmadım. Nerede insan olduklarının belirtileri vardı. Oradaydım. Birinin titreyen çenesi. Birinin elleri. Diğerinin bağırdıkça boğazından fırlayan damarları. 
Çünkü önemliydi. Suratlarına bakıp onlara benzememek önemliydi.

2 Kasım 2012 Cuma

Şimdi bakıyorum da;


- ki ben arada böyle saçma sapan geçmiş kıyaslamaları yaparım- ölü olmuş oldun sen benim hayatımda. Ölsen de böyle olurdu.
Bunu nasıl doğru ifade ederim bilmiyorum ama aklıma geldi, yanlış anlama ölmeni falan istediğim yok; olmadı da hiçbir zaman, ölümle de şaka olmaz, ama. Ama ölsen de böyle olacaktı, bu şekilde, sıfır, kalacaktın.
Yani ben sana ölmüşsün muamelesi yaptığım için bir yerlerde yaşadığını duymaya asla tahammülüm yok, gözlerimi çevirdim ya bu yüzden, işte
işte nerden aklıma geldi bilmiyorum, neden söylemek istedim, istemem asla, asla istemem; anlatamıyorum ne demek istediğimi ama sen ölsen de tam olarak böyle olurdu hayatım ya.

31 Ekim 2012 Çarşamba

ÇOCUKLUK..


Çocukken dondurma almak için bakkala yürürdüm. Yeni bir dondurmayla suratımı boyarcasına koşardım anneme. Annem hep bağırırdı camdan;
-Kenardan kızım, kenardan yürü!
En korktuğum şeyin, üstüme gelen arabalar olması.
En sevdiğim şeyin, dondurma alıp geri döndüğümde gözümün dondurmadan başkasını görmemesiyle, arabalardan korkmamam olması.
Fazla çocuksu.
Şimdi ise herhangi bir nedenden, herhangi biri için yolda yürürken kenardan yürümüyorum.
Evet, hala arabalardan korkuyorum, hala dondurma sonrası boşveriyorum arabaları.
Ama artık camdan çıkıp bana kenardan yürümemi söyleyecek biri yok. Olmasına rağmen, yok. İstememe rağmen, yok.
Bir de benim annemin hunharsızca bağırışlarından utanmam vardı. Çevredekilerin bize dikkatlice bakıp gülmesi, rezil olma durumum vardı.
Şimdi anlıyorum o rezilliğin değerini.
Şimdi anlıyorum o rezilliğin, aslında benim hayatımda ki en basit, en güzel, en saf, en gerçekçi anı olduğunu.
Ve hep o anılarımı düşünüp, geri dönmek istiyorum çocukluğuma, yaşamımın en güzel dakikalarına.

30 Ekim 2012 Salı

Bugün üşüdüğümde anladım ki, artık mont giymenin zamanı gelmiş.

Oysa nasıl da inat etmiştim tam anlamıyla kış gelmeden giymeyeceğime. Sokakta insanlar yüzüme bir garip bakıyorlar. Neden bilmiyorum. Acaba bir şeyler ters mi gidiyor diyorum. Burnum mu kanıyor? Son günlerde her sabah burnum kanıyor. Aramızda kalsın, annemin haberi yok. Hani büyük hayal kırıklıklarının arkasından gelen o boşluk hissi vardır ya. Hiçbir şey hissetmediğin, hafiflediğin zamanlar olur ya bazen. İşte ben şimdi o hissi bile yaşayamıyorum. Hafif bile değilim yani. O kadar yokum ki bir insan daha fazla yok olamazdı. Hiçbir zaman canının acısını görmezden gelebilen insanlardan olamadım. Dışarı karşı hep gülümsedim ama içimden hep ağladım. Hani ilk konuşmamızda bana kurduğun ilk cümle vardı ya hatırlıyor musun? “Gözlerin hep ıslak, sanki hep ağlamışsın gibi…” O zaman sana “Kalbim hep kırık”demiştim.Sen gözlerimde ısrarlıydın. Bense sana her zaman ağladığımı söylememeye kararlıydım. Çünkü daha o gün, senin beni çok sevmeni isteyeceğimi biliyordum. Bu durumda hep ağladığımı bilmemeliydin. Bana küçükken “Erkekler güçlü kadınları severler” demişti birisi. Çocukluk aşkımın annesi. Ah, oğlunun karşısında da az ağlamadım ya o kadının! Şu sıralar kafamda hep “Ne oldu bana böyle?” sorusu var. Yani aslında senin bu uzaklığını normal buluyorum. Çekilecek dert değilim bugünlerde. “Beni hep bu kötü havalar mahvetti” desem yeridir. Yağmur yağacak gibi oluyor hava kararıyor ya, o zaman alıyor beni bir korku.
Oysa yağmurdan korkmam ne kadar yersiz. Çocuk değilim ya. Üstelik sen bana“Korkma ben varken sana bir şey olmaz” cümlesini de kurmuşken.“Yanındaymışım gibi düşün işte, korkma…” Her kadına kurulmuş cümleleri ne kadar da büyütüyorum değil mi? Bunun için beni suçlayamazsın. Ben her insana, o insana özel cümleler kurarım. Ve hatayı ben yapmadım, sen yaptın. Bana“Hayatıma girmiş diğer kadınlar gibi olma” cümlesini kurduğun halde benden hayatına girmiş bütün diğer kadınlar gibi olmamı bekleyerek.
Hayır ben yapamazdım. Ben seni aldatamazdım. Senin karşında başkalarının tarafını tutamazdım, birileri uğruna seninle tartışamazdım. Ve daha ne varsa işte. Ben senin çevrendeki kadınlara benzemiyorum, ve istesem de benzeyemezdim.

29 Ekim 2012 Pazartesi

Uyuz olduğun tek şey ellerini yıkadıktan sonra ıslanan kol manşetin olsun. Bırak huysuzlanmayı. Huzursun

Böyle uzak olmak her şeye, güzel. Şimdilik her şey yerli yerinde. Tam olarak çay yapmayı öğrendiğim gün gibi. 
Sıkılmıyorum. 
Bir poşet dolusu abur cuburun getirdiği saf mutluluk var. Kimsenin karışmadığı mutluluk. Kimsenin içine dahil olmadığı. 
İyi şeyler diğerleri olmadan olsun hayatında. 
Diğerleri, yanlış senin için.

Keşke demeyi öğrendiğin güne lanet olsun. İyiki diyemedin bi.


Dönüp baktığında gördüğün tek şey boşluk değil. Saçma salak aşk acıları hiç değil. Aile sancıları olsa olsa 2-3 sene seni çocuk tutar. Aslında adam akıllı yaşamadığın gerçeğini kabullenmen lazım. Hayır, yanlış yaşamadın kızım. Yine olsa, yine alırsın o orospu çocuklarını hayatına. Hayır, değişemezsin hiçbir zaman. Sürekli dönen, bir şeyleri değiştirdiğini söyleyen saatler değil senin yarışman gereken şey. Zaman değil. Görüp görebileceğin en güzel şey iki büyüğünün arasında uyumaktı. Yüzünü döndüğün her yerde, girdiğin her odada gördüğün insanlardı. Geçti gitti. Öyleydi ya. Gördüğün en kötü rüya birilerinin ölümü. Uyandığında başındakilerin söylediği tek şey. “Geçti gitti.” 

28 Ekim 2012 Pazar

Bir süreliğine eskilerin yüzüne bakmayacağım,ta ki aslında onları daha çok sevdiğimi anlayana kadar

Bazen en güzel uykumdan uyanır gibi geçiyor zaman,bazense saatler gibi gelen dakikalarda kayboluyorum.Zor olan ne aslında biliyor musunuz,en zor gelen şey,yeni birilerine kendini anlatmak.İstemeden gösterilen çaba,fark etmeden yapılan davranışlar tedirgin ediyor beni.Evet yeniler güzel,yenilikler her zaman daha çekici ama bir bakışımla ne istediğimi anlayan insanları oluşturmak en zoru.Kim varsa hayatımda tıpkı böyle,bakıyorum biz yıllarımızı vermişiz o hale gelmek için.Yeni olanlara alışmak,beni anlamalarını beklemek,onları anlamaya çalışmak bunlar o kadar zor geliyor ki.
Bazen her şey yeni şarkıların varken dönüp eski sevdiğin şarkıları dinlemek gibi.Tanımak,sevmek,alışmak,uyum sağlamak bunları istiyorum,bunun için çabalıyorum,herkes gibi,ancak bir yerlerde hep bir pürüz var. Ne kadar zor kendini anlatmak,ne kadar zor insanlara yaşamını anlatmak,ne kadar zor birilerini dahil etmek hayatına. En kötüsü eskilerle kıyaslamak.Ne eskiler bunu hak ediyor,ne yeniler.
Sadece insanlardan bahsetmiyorum,eşyalar,davranışlar,alışkanlıklar,şehirler,küçük hatıralar.Hepimiz eski anıları hatırlatacak zamanlarla karşılaşıyoruz ve bu yüzden o an yaşadığımız şeyin güzelliğini fark edemiyoruz.Ya da kıyaslıyoruz,daha önce mi daha mutluydum diye.Çok yanlış yapıyoruz.
Yolunda olmayan hiçbir şey yok,mutsuz da değilim fakat yenilere alışmaya çalışıyorum.Bazen bir şeyler anlatırken susuyorum,kendi kendime boşver bunu anlatma diyorum.Bazen Ebru hayır böyle davranma belki yanlış anlayabilirler diyorum.Zaaflarımı saklamaya çalıştıkça her kelimemde açığa vuruyorum üstelik.Ne kadar zor hayatımıza birilerini dahil etmek.Belki çok kısa bir süre sonra hayatımın büyük kısmını oluşturacak insanlara o kadar yabancıyım ki.
Benim en sevdiğim filmi bilmiyorlar mesela,ya da en çok neyden korkarım bilmiyorlar.Herhangi bir davranışımı yanlış yorumlamayacak kadar tanımıyor olmaları beni tedirgin ediyor.
Kimseyi düşündüğümden değil,kendi kaygılarımda takılı kaldım.Biraz bencilim,hatta oldukça bencilim.Belki ben de onları çok farklı yorumluyorum,belki ben de yanlış şeyler düşünüyorum onlar hakkında.
Bir yerden sonra tıkanıyorum,paylaşıp paylaşmamam gereken ayrıntılarda sıkışıyorum.Hep bir acaba deyişim var içimde.
Sanki bu ben değilmişim gibi geliyor.Zamana bırakınca her şeyin çok güzel olacağını biliyorum ama sabırsızım.İnsan kendini tanıyan insanların yanında mutlu olabiliyor.En ufak bir mimiğimle bile ne hissettiğimi anlayacak insanlar yaratmak zor geliyor.
Dedim ya biraz bencilim,bazen onları tanımaya çalışırken söylediklerini duymazdan geliyorum,kendi derdime düşüyorum çünkü.

Şimdilik geçmiş şarkılarda gizli,hayıflanmak yerine çabalamayı seçiyorum bir kaç gündür.İnanıyorum her şey güzel olacak tıpkı yıllar önce olduğu gibi.
Saatlerce çok saçma bir şeye gülebilecek kadar samimi arkadaşlar yaratmak kolay olmayacak ama,en azından deniyorum.

Bir yandan da yeni insanlar tanımak çok güzel,yeni aldığın ayakkabıyı giymek için sabırsızlanmak gibi.

27 Ekim 2012 Cumartesi

Kimi giriş müzikleri diyorduk.


Kim bilir kaç yıllık şarkı, inan ki hiç hatırlamıyorum. Ama hani bugünlerde durmadan dinlediğim o Gripin şarkısı gibi, bir dönem bunu durmadan dinliyordum. Üzülüyordum da. Kim bilir hangi şehir kimsiz yaşanmaz olmuştu.
Ciddi anlamda yıllardır varlığını unuttuğum bu şarkının girişini duyduğumdaki o tepkim çıkmayacak aklımdan. “Aha!” dedim sanırım. İstemsizdi.
Mutluluğu bile mutsuzmuşum gibi anlatıyorum değil mi? Yok hayır. İyiyim gerçekten. Zaten söylemiştim ya, “Gülümse iyileşeceğim” diye.
Şuan kalbim ağrımıyor.
Buruğum evet. Buruk kalacağım, biliyorsun.
Ama iyiyim. Canımı acıtacak cümlelerini dinlerken gözlerimi kaçırdığıma bakma.
Kimle ne olduğun beni zerre ilgilendirmiyormuş meğer. Benim karşımdayken kim olduğun, benimle ne olduğun önemliymiş yalnızca.
Eskisi gibi değiliz biliyorum ama dün kimle olduysan ol, yarın kimle olacaksan ol, öbür gün yine yan yana olacağımızı bildiğim sürece ben kalbimdeki o ufak tefek ağrılara dayanabilirim.
“Eğer aşk buysa, sevgi buysa istemiyorum”
cümlesini küstahça buluyorum. Arada hırçınlaşsam da ben senin durgun limanın olmak istiyorum. Tepkilerimi mazur gör. Çok yoruldu çok yıprandı bu kalp. Geçmişin yükünü yeni attı üzerinden şimdi neye uğradığını şaşırdı.
Ben daha önce hiç “carpe diem” olayına girmemiştim açıkçası.
Bir şarkı hani. Geçmişi özlemek ve yarını düşlemekten söz ediyor. “Hadi durma ağla!” diyor.
Yıllarca beni ağlatan buymuş meğer, şimdi anlıyorum.
Sonra sürüyor. “Böyle kahpedir dünya, son bulur kollarında!”
Kollarında…
Kollarından söz etmek istiyorum. Ama tarafımdan fazlaca boğulmuş olan ruhunda biraz nefes almaya lüzum olduğunu biliyorum.
Havalar biraz daha soğuduğunda kollarını özlediğimden söz edeceğim.

26 Ekim 2012 Cuma

Eğer cam kenarları benim değilse, yolculuk denen şey sıkıcıdır.


Sokağı izlemek bir insanı rahatlatır mı? Beni rahatlatıyor.
Müziği son ses açıp gözünüzü kapatmadan yolculuk yapın; sokakları, müziğin sesini çığlıkları ile bastırmaya çalışan insanları izleyin.
Çünkü bizlere göre gerçek olan tek şey onlar, farklı insanlar.
Ne yaşarsanız yaşayın, farklı insanlar size her zaman daha mutluymuş, normalmiş gibi gelir. İç dünyalarından haberimizin olmaması, bizi kendi içimizde çelişkiye düşürür. Bütün dertlerin bizi bulduğunu, yalnızlığın hep bizimle birlikte olduğunu düşünürüz.
Oysa haberimiz yoktur; farklı olanların aslında farklı olmadığından, her insanın dertlerinin gözümüzde aynı olduğundan.
Ve gerçek şu ki;
Bazı insanların derdi evine ekmek götürmek iken, bazılarının derdi ojesinin kötü görüntüsüdür.
Bazı insanların derdi aşk hakkındaki hataları iken, bazılarının derdi aşk hakkındaki tecrübesizlikleridir.

Sen hep kendi kendine konuşursun sonra.


Küçük oyuncak bir araba düşün. Koltuğun bir ucunda oturmuş, bacaklarında gezdiriyorsun. Gülüyorsun anlamsızca, o koltuğun diğer ucundaki kadına bakıp gülüyorsun. Çok güzel gülüyorsun. Hiç öyle gülmemişsin. Gülemezsin. 
Büyüyorsun sonra. Koltuk yine aynı koltuk. Örtüsü bile aynı renkte kalmayı becerebilmiş ama siz becerememişsiniz.Buluyorsun bir ucunda küçük oyuncağını. Gülüyorsun. Yine aynı gülüyorsun. Hiç öyle gülmemişsin. Gülemezsin. Bakıyorsun etrafına. Kimse yok.
Daha güzel gülemiyorsun işte. Devam ediyorsun bacaklarında gezdirmeye.
Kendi kendine konuşuyorsun.

UYANDIRILMANIN DA BİR ADABI VAR BE CANIM.


  • uyandırılmanın da bir adabı olmalı.
  • tişörtümden yakalayıp duvara yapıştırdı.
  • neyse kalkıp kahvaltı hazırladım. müziği açtım. perdeleri çektim. çorba yaptım. bakkala gittim. yokuştan ineyim derken kayıp kıçımı kırdım.
  • sonuçta uyandırılmanın da bir adabı var

25 Ekim 2012 Perşembe

Yavaş yavaş azalt dedikleri şey, azaltamayacağım kadar hızlı bende.



Çok fazla bağırınca burnumun içi kanlanıyor sanki. Ufak bir yanma hissi. Saçlarını yoluyorlarmış gibi. Hayır, bu sefer sıkılmıyorsun da. Hayır, aşık falanda olmuyorsun. Garip huyların vardır kim bilir. Sıradan olmayı özledin. 
Yavaş yavaş azaltıyorum, dediklerini değil. İnsanları.Hayatımdaki gereksiz yer kaplayan insanları. Az kaldı. Sonlanır bi’ vakit. Huzura erdi bu kız dersiniz. Saçma bir şekilde sevinirsiniz benim için.
Bir şeylerden uzak kalmayı deneyin. İyi gelmeyebilir. Benliğinizi alabilir ya da. Farketmez. Bulunduğunuz durumdan daha kötüye yol alamazsınız. Yoldasınız. Yavaş yavaş. Azaltın işte.
Çabuk bağlanan biri olmanız, insanlardan hep karşılık bekleyeceğiniz anlamına gelmez. Bahane aramayın. Karşılıksız yaşayın. Sevgiye yer ayırmayın fazla. Köşede bir yerde dursun. İhtiyaç duymayın.
Değişen şeyler var. Bu güzel bir şey. Kötüye doğru giden çok güzel bir şey.

Günün anlamsızlığına ve önemsizliğine hitaben;


Uzayan saçlara paralel mutsuzluklara gelsin. Yalnızlığım, mutsuzluğumu bitirsin. Şarkılı türkülü düğün alayına katılayım, geçsin. Demiş annesi, boynunu bükme kalacaksın öyle. Falanlı filanlı verdiğin sözler, güvenimi geri versin. Üşüdüğünde kol manşetini indirdiğin ellerine ihtiyacım varken üstelik, ellerin seni bana geri versin.
Günün anlamsızlığına ve önemsizliğine hitaben;

keşke erkek olsaydımlarınızdan kurtulun !



Erkekler sadece “bu ay neden gecikti ki?” endişesinden yoksun. “Keşke erkek olsaydım”larınızdan kurtulun, cinsiyetinizden utanmayın, övünün.
 İnanın bu bahsettiğim, “feminizm” değil. Erkek düşmanı hiç olmadım, olamam. Çünkü hayatımızda erkekler var, hep var olacaklar. Eşiniz olarak, sevgiliniz olarak, kardeşiniz olarak, babanız olarak, çocuğunuzun babası olarak. Onlar hep var. Bu bahsettiğim erkek düşmanlığı değil, aman ha yanlış algılanmasın. Sadece karşımdaki, sevdiğim adam bile olsa, kadınlık haklarımı sonuna kadar savunma taraftarıyım.
 Sadece bir erkek tarafından zarar gören bir kadının neden cinsiyetinden utandığını anlamaya çalışıyorum. Ve hiçbir mantıklı açıklaması yok. Aklım almıyor, sana şiddet uygulayan, seni taciz eden, sana bu hayatı zindan eden bir erkekse eğer; bu durumları yaşayınca nasıl erkek yaratılmadığın için tanrıya isyan edersin ki sen?
  Türkiye’de binlerce kadın binbir türlü pislikle savaşıyor. Bu durumda yapacak “keşke erkek olsaydım” demekten daha akıllıca şeyler var. Bu katiline aşık olmak gibi, sana zarar verene tapmak gibi.

image

BAZI ŞEYLERI KALIPLARA SIĞDIRMAK,


çok saçma.
nasıl kızlardan,erkeklerden hoşlanırsın ? ne tür kitaplar okursun ? nerelerden alışveriş yaparsın ?
en çok hangi rengi seversin ?
hepsi çok saçma.
ben,sevdiğim insanlardan hoşlanıyorum,belki daha karşılaşıp seveceğim çok insan vardır ve belki onlardan da hoşlanırım.kitap okumayı severim,hoşuma gitmezse fırlatır atarım,felsefe okumam genellemesi yerine en iyi felsefe kitaplarından birini sarar sarmalar severim.canım sıkılır dışarı çıkarım,tek bir mağazadan alışveriş yapmam,kimsenin bilmediği bi butikte gördüğüm kazağın üstüne yapışabilirim.ya da bilindik mağazadaki gördüğüm eldivenlere.bazen sarı yakışır,bazen pembe.bazen hiç biri.
sigara içerim,canım sıkılır bir haftalığına bırakırım.sigaranın yanında bazen kahve gider,bazen hiç bişey.
en sevdiğim müzik türü,iyi hissettirendir.burda ankaralı namık’tan arabada beşten bahsetmiyorum,al yazmalımdan bahsediyorum.ama gördün mü ? ikisi de türkü.
genellemelerinden kurtul.ve kendin ol.o süper yapmacık marjinalliğin bundan kaynaklanıyor tatlım.

Artık entrika falan yok, direk “hilal taktiği” uygulayacağım !

hilal taktiği

Çünkü “kontrolsüz güç, güç değildir!!!”
hahaha
:((((((((((((

Biz kadınlar, saçlarımızla birlikte hislerimizden de kurtulduğumuzu düşünürüz.

image

Mutlu değilim. İyi olabilirim ama huzursuzum.


Görmeyen insanlara imreniyorum. Sağır ve dilsizlere de. Onlar çoğu şeye katlanmak zorunda kalmıyorlar. Bazen bir şeyleri bilmemek, çok daha iyi olabiliyor.
 Olmak istenen yerde ve olmak istenilen kişilerle olamamak.
 “Nefret etmeyin. Nefret, taşınmayacak kadar ağır bir yüktür.”
 İnsanlar ve aşağılık düşünceleri. Mide bulandırıcı hırsları. İtici samimiyetsizlikleri. Bilmiyorum. Sinirlendiğinde ağlamayan insanlar çok şanslı.
 ‘Bu kadar iyi olmak zorunda değilsin.’
 -İyi değilim zaten. Siktiğimin adaletli(!) hayatı. Tek bir şey: canları cehenneme.
 Bol güneş geçiren şeffaf havalarda ya hastayımdır ya da mutsuz. İkisibi’arada.

DURUM ŞU Kİ;


İnsanlar değişir.
En yakın arkadaşınız artık pek de yakınınız olmayabilir. 
Çok değer verdiğinin insan sizi bi yerlerine takmaya bilir.
En çok yanında olması gereken günlerde dostlarınız sizi bırakıp başka bi arkadaşının yanına gidebilir.
Hayatınıza giren insanlardan bazıları sizin için çok değerli olabilir.
Eskiden nefret ettiğiniz insanları sevmeye başlayabilirsiniz.
Sizin için çok değerli olan,her şeyden çok sevdiğiniz biri artık hiçbir şeyiniz olmayabilir.
Ve birilerinin size değer vermesi hoşunuza gidebilir. 
Farklı kişilerle,saçma sapan şeylere gülebilirsiniz.
Aynı kişilerlede 4 sene bile geçse artık hiç bi bok paylaşamayabilirsiniz.
Kısacası insanlar değişir.
Kısacası en yakının en uzak olabilir.
Kısacası sadece bir senede dış kapının dış mandalı konumuna geçebilirsiniz.
En acısı da o kişinin bunu farkında olmayıp hala haklı çıkma çabaları.

Yıllar önce “Başroller değişse de hissettirdikleri hep aynı” diye çok tırto bi cümle kurmuştum

Şimdi, aradan yıllar geçtikten sonra cümlenin tüm o komik,ergen haline karşın, çok yakın olduğum insanlarla hep aynı sıkıntıları yaşadığımı görüyorum. Yani ne kadar değiştiğimi iddia edersem edeyim, yakın hissettiklerime karşı beceriksizliklerim hep aynı. Triplerim aynı, umursanmadığımı düşünmelerim aynı, zayıfıklarım aynı, gözümden damlayan yaşların akış açısı aynı.
Bu da “Sorun sende galiba” dedirtiyor bana, görüyorum ki değişimlerim hep çevremdeki nispeten daha uzak olan insanlara, belki bir nebze bana. Ama o çok yakınlarım var ya hani, işte, söz konusu onlar olunca cevap gelmeyen mesaj yüzünden telefona baktıgımda hissettiğim aynı, tüm neşemin ortasına eden bir cümle yüzünden masadan kalkıp gitme isteğim aynı. Uzaklarıma yakın olmalıymışım ben, ya da çok yakın olduklarıma biraz uzak.
Çok umursadıklarımı birazcık daha az umursamayı dilerdim, onların beni düşündüğü kadar benim onları düşünmemi mesela. Ama bir duygunun karşılıklı olması eşit olduğu manasına gelmez. Hem böyle olursa küçük çıkarların insanı olurum.
Ben biraz başka şeyler düşüneyim en iyisi..

24 Ekim 2012 Çarşamba

uzak mesafe ilişkileri diyorummm

image


Uzak mesafe ilişkileri diyorum, kan revan içinde yaşanacak ilişkilerdir. Acılıdır, sancılıdır. Boktur, bom boktur.
 Ağzına sıçtığımın ilişki türü. Her ilişki gibi güzel başlar ve her ilişki gibi kötü biter. Tabii bitmesi sancılı, yani sonuçta ayrılık sebebi genelde uzaklıktır bu yüzden ayrılan taraflar gene de birbirlerini severler ama uzaklığı aşacak formülleri olmadığı için unutmaya çalışırlar. Kafada hep bir gün bir yerde karşılaşabilme düşüncesi vardır, birden karşına çıkarsa ne yapacağını düşünürsün yani kafanda “arkadaş o” tanımı yoktur. 
Bu kahrolası ilişki:
Sabah uyandığında onu asla yanı başında görememektir. 
Sokaktayken elele dolaşan çiftleri görünce moralinin bozulma sebebidir.
Kavga edip barıştığında sarılamamaktır.
Bir kutlama olduğunda beraber içememektir.
Çakırkeyif olduğunda ona sırnaşamamaktır.
Hastalandığında yanında olamamaktır.
Moralin bozuk olduğunda ancak telefonla idare etmek zorunda kalmaktır.
Yüzünü, gözlerini webcam denen dandik alet sayesinde görebilmektir.
Seni seviyorum derken ona değil yere bakıp, yüzünde acıklı bir sırıtış olmasıdır.
Çok ama çok özlemektir.
Hep beklemektir.

Uzaktayken ne kadar yakın olunabileceğini hayretler içerisinde fark etmektir:

-Ben yatıyorum hayatım, iyi geceler.
+Dur! 5 dakika bekle nolur dişlerimi fırçalayayım ben de yatayım, beraber uyuyalım sarılıp.

-Acıktım ben.+Tamam hadi o zaman sen de Burger’a git, ben de… Beraber yiyelim tamam mı? Mesaj at menü alırken.

-Ben şimdi Nothing Else Matters dinliyorum, sen de açsana.
+Dur tamam, aynı anda.

Konuşurken dokunmak zor değildir, uzaklık telefonun kalınlığı kadardır.

O kadar çok özletir ki, bu özlemin bitmesini istersiniz. Ama ne ironik ki, özlem bittiğinde ilişki de biter. Kaç ucu boklu değnek, bilin bakalım.

burası tam benlik :)

image

İNSANIN KENDİNE YABANCILAŞMASI..


İnsan kendi sesini unutabiliyormuş. Bunu öğrendim. 
Birden beliren bir düşünce gibi, eski bir şeyi aniden hatırlamak gibi. Sessizlikte silinir söylediğin şarkılar. Tanıdığın herkesin sesini bilirsin, aynı anda, ama kendininki yabancı gelir, seçemezsin.
İşte tam da orada başlar kendine yabancılaşma. Sonra yaptığın şeylere anlam veremezsin.  
 Video kaydı gibidir her şey. Yolda yürüyorsun. Işıklardan karşıya geçiyorsun. Arada telefonuna bakıyorsun. Yanından insanlar geçiyor. Geçerken koluna çarpan oluyor. sağ elinde bir mp3 player var, sürekli şarkı değiştiriyorsun. Bir yere yetişmeye çalışıyor gibisin.
 Evet,işte böyle görünüyorsun. Başkaları seni böyle görüyor. Oysa sen izlediğinde ne kadar farklı değil mi?
Yolda yürüyorsun. Neden ışıklardan karşıya geçtiğini bilmiyorsun. Cebinden çıkarıp telefonuna bakyorsun. Seni hatırlayan birileri var mı diye. Ama yok. Zaten telefonun titreşimde be salak! Ve cebinde de elinle tutuyorsun. Ne diye bu gereksiz hareketler? Onca insan geçiyor yanından. Neden onların arasında o yok? Neden bu kadar insanı görürken onu bi an olsun göremiyorsun? Densize bak! Bile bile koluna çarpıyor, aptal! Hep aynı şarkıyı dinliyorsun. Bitiyor, başa alıyorsun. Bitiyor. Başa. Nereye gittiğini bilmiyorsun. Peki bu acele, bu hızlı adımlar neden? Tam orada kalıyorsun. Arkana baktığındaysa, anlamsız olaylar zinciri. Kendini izlemek acı veriyor. İşte kendi sesini bi an onutmak buraya getiriyor insanı.
 Senin sesini de unuttuğum oluyor. Kendime yabancılaşmak kadar üzmüyor beni, ama bir boşluk açılıyor zihnimde. Ruhuma işleyen cümleler sessizleşiyor bir anda. Anlamsızlaşıyor. Aklıma her geldiğinde yarattığı ahengi yitiriyor. Düz yazı oluyor.
Aslında böylesi daha iyi,farkındayım. O boşluk hep kalsın istiyorum. Ama olmuyor. Yukarıdan bir yerlerden düşüp geliyor, ışık gibi yanıyor birden her şey.
 Ve sonra..
 En başa..
Hayatım boyunca son sayfasına kadar yazabildiğim tek defter birinci sınıftaki ilk defterimdi. Yazmayı öğrenme heyecanından olsa gerek son sayfasına kadar isteklice yazmıştım. Ondan sonra hiçbir defteri tamamen bitiremedim. Hatta ilerleyen zamanlarda doğru düzgün yazmadım. Defterimin olmadığı zamanlar geldi peşinden falan.
İlkokulda büyük harflerle yazdım mesela. Sayfa dolmuş gözüksün, çabuk bitsin diye. Sonrasında sayfaları atladım, kopardım falan. Sayfanın defterin ortasında olup olmadığına bakmadan hemde. Diğer sayfalardan götüreceklerini düşünmeden.
Bu zamana kadar girdiğim tüm ilişkilerinde olduğu gibi işte. Kimiyle çok sık görüştüm çabuk bitsin diye. Kimini atladım unuttum. Kimini yırtıp attım hayatımdan. Diğer insanların kırılıp kırılmayacağımı umursamadan..